Peşinen şunu belirtmekte fayda var; Türk Ceza Kanununun bir
maddesi (318) açıkça şöyle der;
“Halkı, askerlik
hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya
propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.
Fiil, basın ve yayın
yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.”*
İlerledikçe farkına varılacaktır ki, bu yazıda söz konusu
olan askerlik, bambaşka bir şey…
Benim babam, emeklilik hakkı kazanacak kadar bir süreyle
doktorluk yaparak yarbay rütbesiyle emekliye ayrılmış Türk Silahlı
Kuvvetlerinin şerefli bir askeriydi. Çocukluğum, son dönemine denk gelse de askerlik
konusundan çok uzak olmayan bir ortamda geçti.
Ben, bir buçuk yıl, hatta daha fazlasıyla Gaziantep il
merkezinde mesleki dağıtım nedeniyle fotoğrafçılık yapmak suretiyle askerlik
vazifemi yerine getirdim. Aslında arkadaş sohbetlerinde konusu geçtiğinde, diğer
silah arkadaşlarımla kıyaslayınca sadece “orada bulundum” demeyi tercih
ediyorum. Görevi sırasında hayatını ortaya koyanları düşünürseniz…
Hasılı, askerlik mesleği ile de, kurumu ile de bir alıp
veremediğim yok. Yasalarımızın sunduğu imkânlar dâhilinde, ama bedelli, ama
ağır bedelli, askerlik görevini yerine getiren her kardeşim, benim için eşit
saygınlıktadır.
Bizzat savaşarak bu devletin kurulmasına verdikleri
katkıları için en düşük rütbelisinden en yükseğine, ülkenin tüm vatandaşları
gibi ben de ordu mensuplarımıza minnet borçluyum…
Dünyanın takdirini kazanmış bir savaş dâhisi ve saygın ve
ileri görüşlü bir devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde, önce
bağımsızlığını kazanan, sonra da yaşanan süreçler içinde, devrimleriyle ilmek
ilmek işlenerek vücut bulan, yüzünü çağdaş uygarlığa çevirmiş bir cumhuriyetin
kurulması, meydana geldiği zamanı da göz önünde tuttuğunuzda, gerçek bir başarı
destanıdır.
Dönemin şartları, alışkanlıkları pek çok konuda askeri düzen
içinde davranmayı gerektiriyordu. Bu sadece ülkemiz için değil, diğer ülkeler
için de geçerliydi. Yakın zamana kadar ulusal bayramlarda ya da özel günlerde “topumuz
tüfeğimiz” şeklinde teçhizat sergilenir, öğrenciler ve meslek grupları askeri
düzende geçitler yapardı. Bunu aynı bakış açısıyla hala yapan ülkeler de var,
günün koşullarına uydurarak bir şölen havasında yapanlar da…
Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında askerlik yapmakta olan
kişilerin, cumhuriyet kurulduktan sonra belki de sırf yetişmiş insan
azlığından, sivil alanlarda görev almaya devam etmiş olmalarını doğru değerlendiremediğimiz
kanaatindeyim.
Kişilerden bağımsız olarak, örneğin belli bir rütbeye
ulaşmış kişilerin “zamanı geldiğinde” cumhurbaşkanlığına seçilmesi, neredeyse
eşyanın tabiatından sayılmıştı. İnsanların hak etmediği halde o makama gelmiş
oldukları gibi bir iddiam yok. Sadece yöntem ve alışkanlıklara bir eleştiri
getirmeye çalışıyorum.
Belki bunun etkisiyle (sırası gelemeyecek olan subayların
hırsı) belki başka gerekçelerle, yakın tarihimizde görev tanımlarını yanlış
yorumlayarak sivil yönetime parmak sallamayı kendilerinde hak gören bir takım
rütbeli kişiler sayesinde demokrasimiz tamiri zor yaralar aldı. On yıllarla
ifade bulan süreleri resmen kayıp olarak yaşadık.
İyimserliğimi koruyarak, yine de bu hareketlerin içinde
bulunan insanların bile, olan biteni, gayet görevleri gereği yapmak zorunda kaldıklarını
düşündüklerini söyleyebilirim.
Bu mudur yazının başlığında işaret edilen? Hayır! İnanın bu
bile değil…
E peki ne?
Hazır mısınız?
Ey değerli okur! Ben, Mustafa Kemal’in askeri falan değilim…
Açıklayalım;
Daha yakın bir geçmişte, (dediğime bakmayın 40 yıl oluyor)
Atatürkçülük adına dağ taş Atatürk posteri, büstü, heykeliyle donatılmıştı. O
dönemde söylemlerin içine serpiştirilen boyalı sözlerle, aslında yapılanların ne kadar birbirinden
uzak olduğunu zaman içinde (bir kısım insanımız biliyordu da) hemen herkes
öğrendi.
Aynı dönemin ülkemizde başarıyla uyguladığı belki de tek
şey, “siyaset yapmanın” suç gibi algılanmasını toplumun DNA’sına yerleştirmek
oldu.
Takip eden zamanlarda kendini yetiştirmeyi başarabilen çok
azı dışında insanlar artık bir ideolojinin değil, bir konseptin ya da daha
doğru bir ifadeyle bir markanın peşinden gitmeyi, partililik ya da politika
yapmak sandılar. Bir siyasi partiye aidiyetleri, bir futbol takımına duydukları
ilgiden öteye gidemedi. Bunun ötesine geçerek mevcut durumu aydınlatma gayreti
içinde olanlar da zaten ya bir kalıp c4, ya bir 38’lik marifetiyle, ya da nasıl
olduğu bile bilinmeyen yöntemlerle sahnelerden silindi.
Hal böyleyken, eski haliyle ayın sonunu, şimdiki haliyle
ayın 5’inden sonrasını nasıl geçireceğini bilemeyen insanlar, yine de
kafalarını kaldırıp dertlerine bir çare ararken, bayrağı kimin tuttuğuna dikkat
etmeden yetersiz, çapsız kişilerin peşinden gitmeye başladılar.
Artık küçük salonlarda fırsat bulduklarında ellerini
çırparak, İzmir Marşını takiben, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye haykırmak
yeterli gelmeye başladı. Bunu yaparken de, eğer bir cesaret örneği gösterip
bulundukları etkinliği sosyal medyada paylaşmışlarsa, eş dosttan kaç beğeni
aldıklarını daha fazla düşündükleri halde üstelik…
Silsile yukarı doğru çıkarken, yaklaşım da bakış açısı da
misliyle yozlaşarak devam etti ne yazık ki…
Daha bu akşam, kapım çalındı, karşımda bir kadın ve bir
erkek, ellerinde bir takım kitaplar, dergiler; bir düşünce kuruluşundan
geldiklerini söyledikten sonra lafa öyle bir yerden girdiler ki, buraya yazmayı
tercih etmiyorum. Sözde aynı fikirde olan insanların bir araya gelip güç
birliği ve destek olmalarını istiyorlar ama kullandıkları dil akıllara zarar…
Nazikçe geçiştirmekten başka çare bırakmadılar bana…
Arkasından sosyal medyada bir kitabın deri falan kaplı çok
özel bir basımının, şu şu tarih ve saatte bilmem şu kadar paraya satışa
çıkacağının haberi… Kitabın öznesi kim, tabi ki Atatürk… Ama efendim, kitabın
geliri bilmem nereye aktarılacakmış…
Karnıma ağrılar girdi.
Hani Atatürk’le ilgili tarihi kayıtlarda geriye hiçbir şey
kalmasa, (kaldı ki geometri de dâhil pek çok konuda eseri vardır) da sırf şu
iki sözünü hatırlasak, biri “Benim naçiz vücudum” diye başlayan, diğeri de “Beni
tanımak demek…” diye başlayan…
Siyasi olmakla alakası olmamakla birlikte, kavramsal olarak
siyasi selefiliği artık bir kenara koyup; fikrin, düşüncenin özüne inerek, onu
içselleştirerek hayatımıza devam etmenin vakti geldi de geçiyor bile…
Zaten çekiştirince militarist de bir anlama
yakınlaştırılabilecek şekilde, Mustafa Kemal’in askerleri olmayın!
Mustafa Kemal’in akıllı seçmeni olun.
Mustafa Kemal’in dürüst tüccarı olun.
Mustafa Kemal’in cefakâr çiftçisi olun.
Mustafa Kemal’in sözüne güvenilir siyasetçisi olun.
Asker askerliğini yapsın, siz sivil olun.
Sevgiler.
(*) https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html