21 Ocak 2019 Pazartesi

Ben Asker Falan Değilim


Peşinen şunu belirtmekte fayda var; Türk Ceza Kanununun bir maddesi (318) açıkça şöyle der;

“Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.

Fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.”*


İlerledikçe farkına varılacaktır ki, bu yazıda söz konusu olan askerlik, bambaşka bir şey…

Benim babam, emeklilik hakkı kazanacak kadar bir süreyle doktorluk yaparak yarbay rütbesiyle emekliye ayrılmış Türk Silahlı Kuvvetlerinin şerefli bir askeriydi. Çocukluğum, son dönemine denk gelse de askerlik konusundan çok uzak olmayan bir ortamda geçti.

Ben, bir buçuk yıl, hatta daha fazlasıyla Gaziantep il merkezinde mesleki dağıtım nedeniyle fotoğrafçılık yapmak suretiyle askerlik vazifemi yerine getirdim. Aslında arkadaş sohbetlerinde konusu geçtiğinde, diğer silah arkadaşlarımla kıyaslayınca sadece “orada bulundum” demeyi tercih ediyorum. Görevi sırasında hayatını ortaya koyanları düşünürseniz…

Hasılı, askerlik mesleği ile de, kurumu ile de bir alıp veremediğim yok. Yasalarımızın sunduğu imkânlar dâhilinde, ama bedelli, ama ağır bedelli, askerlik görevini yerine getiren her kardeşim, benim için eşit saygınlıktadır.

Bizzat savaşarak bu devletin kurulmasına verdikleri katkıları için en düşük rütbelisinden en yükseğine, ülkenin tüm vatandaşları gibi ben de ordu mensuplarımıza minnet borçluyum…

Dünyanın takdirini kazanmış bir savaş dâhisi ve saygın ve ileri görüşlü bir devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde, önce bağımsızlığını kazanan, sonra da yaşanan süreçler içinde, devrimleriyle ilmek ilmek işlenerek vücut bulan, yüzünü çağdaş uygarlığa çevirmiş bir cumhuriyetin kurulması, meydana geldiği zamanı da göz önünde tuttuğunuzda, gerçek bir başarı destanıdır.

Dönemin şartları, alışkanlıkları pek çok konuda askeri düzen içinde davranmayı gerektiriyordu. Bu sadece ülkemiz için değil, diğer ülkeler için de geçerliydi. Yakın zamana kadar ulusal bayramlarda ya da özel günlerde “topumuz tüfeğimiz” şeklinde teçhizat sergilenir, öğrenciler ve meslek grupları askeri düzende geçitler yapardı. Bunu aynı bakış açısıyla hala yapan ülkeler de var, günün koşullarına uydurarak bir şölen havasında yapanlar da…

Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında askerlik yapmakta olan kişilerin, cumhuriyet kurulduktan sonra belki de sırf yetişmiş insan azlığından, sivil alanlarda görev almaya devam etmiş olmalarını doğru değerlendiremediğimiz kanaatindeyim.

Kişilerden bağımsız olarak, örneğin belli bir rütbeye ulaşmış kişilerin “zamanı geldiğinde” cumhurbaşkanlığına seçilmesi, neredeyse eşyanın tabiatından sayılmıştı. İnsanların hak etmediği halde o makama gelmiş oldukları gibi bir iddiam yok. Sadece yöntem ve alışkanlıklara bir eleştiri getirmeye çalışıyorum.

Belki bunun etkisiyle (sırası gelemeyecek olan subayların hırsı) belki başka gerekçelerle, yakın tarihimizde görev tanımlarını yanlış yorumlayarak sivil yönetime parmak sallamayı kendilerinde hak gören bir takım rütbeli kişiler sayesinde demokrasimiz tamiri zor yaralar aldı. On yıllarla ifade bulan süreleri resmen kayıp olarak yaşadık.

İyimserliğimi koruyarak, yine de bu hareketlerin içinde bulunan insanların bile, olan biteni, gayet görevleri gereği yapmak zorunda kaldıklarını düşündüklerini söyleyebilirim.

Bu mudur yazının başlığında işaret edilen? Hayır! İnanın bu bile değil…

E peki ne?

Hazır mısınız?

Ey değerli okur! Ben, Mustafa Kemal’in askeri falan değilim…

Açıklayalım;

Daha yakın bir geçmişte, (dediğime bakmayın 40 yıl oluyor) Atatürkçülük adına dağ taş Atatürk posteri, büstü, heykeliyle donatılmıştı. O dönemde söylemlerin içine serpiştirilen boyalı sözlerle,  aslında yapılanların ne kadar birbirinden uzak olduğunu zaman içinde (bir kısım insanımız biliyordu da) hemen herkes öğrendi.

Aynı dönemin ülkemizde başarıyla uyguladığı belki de tek şey, “siyaset yapmanın” suç gibi algılanmasını toplumun DNA’sına yerleştirmek oldu.

Takip eden zamanlarda kendini yetiştirmeyi başarabilen çok azı dışında insanlar artık bir ideolojinin değil, bir konseptin ya da daha doğru bir ifadeyle bir markanın peşinden gitmeyi, partililik ya da politika yapmak sandılar. Bir siyasi partiye aidiyetleri, bir futbol takımına duydukları ilgiden öteye gidemedi. Bunun ötesine geçerek mevcut durumu aydınlatma gayreti içinde olanlar da zaten ya bir kalıp c4, ya bir 38’lik marifetiyle, ya da nasıl olduğu bile bilinmeyen yöntemlerle sahnelerden silindi.

Hal böyleyken, eski haliyle ayın sonunu, şimdiki haliyle ayın 5’inden sonrasını nasıl geçireceğini bilemeyen insanlar, yine de kafalarını kaldırıp dertlerine bir çare ararken, bayrağı kimin tuttuğuna dikkat etmeden yetersiz, çapsız kişilerin peşinden gitmeye başladılar.

Artık küçük salonlarda fırsat bulduklarında ellerini çırparak, İzmir Marşını takiben, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye haykırmak yeterli gelmeye başladı. Bunu yaparken de, eğer bir cesaret örneği gösterip bulundukları etkinliği sosyal medyada paylaşmışlarsa, eş dosttan kaç beğeni aldıklarını daha fazla düşündükleri halde üstelik…

Silsile yukarı doğru çıkarken, yaklaşım da bakış açısı da misliyle yozlaşarak devam etti ne yazık ki…

Daha bu akşam, kapım çalındı, karşımda bir kadın ve bir erkek, ellerinde bir takım kitaplar, dergiler; bir düşünce kuruluşundan geldiklerini söyledikten sonra lafa öyle bir yerden girdiler ki, buraya yazmayı tercih etmiyorum. Sözde aynı fikirde olan insanların bir araya gelip güç birliği ve destek olmalarını istiyorlar ama kullandıkları dil akıllara zarar…

Nazikçe geçiştirmekten başka çare bırakmadılar bana…

Arkasından sosyal medyada bir kitabın deri falan kaplı çok özel bir basımının, şu şu tarih ve saatte bilmem şu kadar paraya satışa çıkacağının haberi… Kitabın öznesi kim, tabi ki Atatürk… Ama efendim, kitabın geliri bilmem nereye aktarılacakmış…

Karnıma ağrılar girdi.

Hani Atatürk’le ilgili tarihi kayıtlarda geriye hiçbir şey kalmasa, (kaldı ki geometri de dâhil pek çok konuda eseri vardır) da sırf şu iki sözünü hatırlasak, biri “Benim naçiz vücudum” diye başlayan, diğeri de “Beni tanımak demek…” diye başlayan…

Siyasi olmakla alakası olmamakla birlikte, kavramsal olarak siyasi selefiliği artık bir kenara koyup; fikrin, düşüncenin özüne inerek, onu içselleştirerek hayatımıza devam etmenin vakti geldi de geçiyor bile…

Zaten çekiştirince militarist de bir anlama yakınlaştırılabilecek şekilde, Mustafa Kemal’in askerleri olmayın!

Mustafa Kemal’in akıllı seçmeni olun.

Mustafa Kemal’in dürüst tüccarı olun.

Mustafa Kemal’in cefakâr çiftçisi olun.

Mustafa Kemal’in sözüne güvenilir siyasetçisi olun.

Asker askerliğini yapsın, siz sivil olun.

Sevgiler.



(*) https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html