-- Müzik --
Katma değerli sohbetlere hoş geldiniz. Ben Burak Bakış. Bu seride kendi deneyimlerimden hareketle, olan bitene ya da bir türlü olamayana dair görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunu yaparken içinizden en az bir kişiye katkı sağlayabilirsem, aracıma ulaşmış sayacağım kendimi.
İlk bölüm konusu deprem. Buyursunlar…
-- Müzik --
Bir haftanın sonunda beni etki altında bırakan her şeyi kapattım. Televizyon zaten kapalı aylardır. Çok acil bir şey olmadıkça da kapalı duruyor. Sosyal medyanın da böyle zamanlarda tadı kaçıyor her şeyde olduğu gibi.
Hemen en başta söylemekte fayda var, ben ne bir sosyoloğum, ne de az sonra dile getireceğim konularda bir araştırmam var. Ayrıca anlatacaklarım sadece benim bildiğim şeyler de değil. Sadece birbirinden uzak görünen konuları birleştirip değerlendirmeye çalışıyorum…
Son yaşananlardan sonra, ne yapabilirim, ne yapmalıyım diye düşünürken, meselelerin kaynağında ne var sorusuyla meşgul olmaya başladım. Nedir bütün bu yaşadıklarımızın sebebi, nereden başladı?
En son Kahramanmaraş ve çevresinde yaşanan deprem felaketi sonrası, bütün açık oturum, söyleşi programlarında dile getirilen liyakatsizlik, organizasyon bozukluğu ve sair altı çizilen yanlışlıkların bir sebebi olmalıydı.
Gördüğüm ve bence yanlış uygulanan pek çok şeyin kaynağının, ahlaki gerileme, hatta çöküş olduğu sonucuna vardım diyebilirim.
Peki bu çöküşün kaynağı ne?
Eski Türk filmlerinde, kurgusal da olsa bir nahiflik, karşılıklı saygı ve nezaket vardı. Çocukluğumdan hatırladığım insan ilişkileri, pazarlıksız, güler yüzlü, sevecen bir şekilde ilerlerdi. Tek kanal siyah beyaz televizyonumuzdan heyecanla Kaptan Cousteau belgeselleri izler, elimizde kağıt kalem, bir kelime bir işlem çözmeye çalışırdık…
Peki ne değişti? Elbette pek çok şey değişti. Hem de hiç fark ettirmeden.
Biri çıktı, “benim memurum işini bilir” dedi mesela. Ardından o dönemde açılan özel televizyonlar, radyolar bir başka dilden konuşmaya başladılar bizimle. Daha önceleri belli bir nezaket içinde davranırken, birinci tekil şahıs kullanmaya başlayıp “puanları topla, hediyeni kap!” senli benli bir iletişime geçtiler. Ya da bültenlerde “kafası koptu, feci şekilde can verdi” gibi pornografik sözlere, kırmızı daire içine alınmış zanlı görüntülerine rastlamaya başladık. Özel televizyon kanallarıyla birlikte, denetimsiz, seviyesiz bir dille karşı karşıdaydık artık. Yanlış kelime seçimleri, devrik, hatta asla ayağa kalkamayacak cümlelerle, yanlış vurgulamarla, o döneme dek kullandığımız dilimiz değişti. Birbirimize hitaplarımız, davranış kalıplarımız, ahlak yapımız değişti…
Sezdirmeden.
Hızla kentleşen nüfusun, kentin hızlı yaşamıyla, daha da tahammülsüzleşmesi de eklenince üzerine, tuhaf bir yapıya evrildi insanlarımız. Bir yandan zamanın medyasıyla pompalanan lüks yaşam örnekleri, “benim hayatım neden böyle değil” diyerek kinlenmeye başlayan bir toplum oluşturmaya başladı içten içe…
Yaşanan ekonomik sıkıntıların, gelir dağılımındaki makasın iyiden iyiye açılmasıyla, yardıma muhtaç insanlarımızın sayısı arttıkça arttı. İnsanımızın kadim yardımlaşma kültürü, yerini “ben sana bakarım” diyen yönetimlere bıraktı. Hatta bunlar o kadar ileri gittiler ki, alenen yardım organizasyonlarıyla oy devşirmeye başladılar. Tabi bu yardımların bedeli, bütün vatandaşlardan alınan vergilerle ödendi. Bunda bir şey yok ama satın almaların yapıldığı yerler yönetimlerin yakın çevrelerden seçildiği için birdenbire palazlanmaya başlayan bir grup çıktı ortaya. Öte yandan, bambaşka sektörlerde de neredeyse bu yakın çevreler için düzenlenen ihale şartnameleri sayesinde, bir şekilde kapital el değiştirmiş oldu. Dolayısıyla süregiden ekonomik hareketlilik kendine yeni kanallar açtı.
Hiç bir iş, araya bir tanıdık koymadan yapılamaz hale geldi. Tanışmıyorsanız da tırnak içinde küçük hediyelerle tanışma fırsatları peşine düştü herkes…
Her alandaki bu ahlaki çöküş, deprem gibi bir anda olmadı tabi ki. Ancak bildiğimiz anlamda doğal felaket olarak depremin yarattığı can ve mal kayıpları, bu temel çöküşün sonuçlarından sadece biri.
Yoksa, ülkemizdeki sismik hareketlilikler konusunda uyarılarda bulunan bilim insanları, neredeyse cumhuriyetin ilk dönemlerinden beri var. Ancak son 30 - 40 yıl içinde yaşanan şehirleşme sürecinde, başlarda bahsettiğim çürüme, ne yazık ki inşaat sektörüne de sirayet ettiği için, en güvenli yönetmelikleri de yürürlüğe koysanız, buna uyacak yüklenici yok, uyup uymadığını denetleyecek bir birim yok. Yani var da yok…
Yaşadığımız benzeri her türden felaket sonrasında, olması gerektiği gibi hizmet beklenen devlet organizasyonunu yönetmekle yükümlü kadroların da liyakatsiz bir biçimde oluşturulmasıyla, beklenen hizmetlerin ya zamanında yapılamamasına ya da yanlış uygulamalar ve organizasyonsulukla istenen ölçüde etkili olmamasına neden oluyor…
Devlet dediğimiz şey, bir yönetim aygıtıdır. Kurumlarıyla vatandaşına özel sektörün yetişemeyeceği ölçekteki ihtiyaçları için uygun, hatta ücretsiz hizmetler vermek üzerine kurulmuştur. Kaynağını da büyük ölçüde topladığı vergilerden alır. Dolayısıyla devasa bir havuzda biriken bu kaynak, ihtiyaca göre çeşitli alanlarda değerlendirilir. Karar mekanizmasını elinde tutansa seçilmiş siyasi yöneticilerdir.
İşte tam bu noktada, tekrardan toplumun içine sürüklendiği ahlaki çöküşün altını bir kez daha çizmekte fayda var. İğne-çuvaldız misali, her şeyden önce kendimizi gözden geçirip değerlendirmemiz lazım. Zira “millet neyse, vekili de odur”. Yani bizlerin seçimleri belirliyor her şeyi. Yani bu duruma gelmemiz 30-40 yıl aldıysa, çıkışımız da en iyimser ihtimalle bir o kadar alacak gibi görünüyor.
Keşke cumhuriyetimizin 100. yılında, hakkında konuşacak başka konularımız olsaydı. Mesela 3. ayını geride bıraktığımız halde, hala bir 100. Yıl Marşından söz eden yok. Ben rastlamadım… Toplumu ortak değerlerde birleştirecek her vesileye sarılarak değerlendirmemiz gereken bir dönemdeyiz. Zira ilk 10 yılında hayata geçirilenleri ölçeklendirip 100 yıla yayma şansımız olsa, nasıl bir Türkiye ile karşılaşırdık hayal edebiliyor musunuz?
Yaşadığımız bu acı felaketten sonra, depremden, inşaat ve yapı malzemelerinden konuşuluyor karşılaştığımız hemen her mecrada… Bir de dillere pelesenk olmuş bir söz var, hepimiz biliriz, “Atatürk bu ülkenin çimentosudur” diye… Yalnız galiba unuttuğumuz bir şey var. Sağlam bir bina meydana getirmek için çimento yetmez. Yetkin bir mühendislik koordinesi altında, kum lazım, su lazım, çelik lazım…
Temeli 100 yıl önce tüm kurum ve kuruluşlarıyla gayet sağlam bir şekilde atılan cumhuriyetimizin üzerine, sadece dayanıklı binalar değil, yeniden bir Türkiye inşa etmemiz gerekiyor. Uygarlığın insanı taşıdığı bir seviyede yaşamak istiyorsak, yapacak çok işimiz var.
Amerikalı bir amiralin bir sözüyle yavaştan kapatmak istiyorum.
“Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler kişileri konuşur.”
Bugün her türden medyada, o onu dedi, bu bunu dediyle çok zaman kaybediyoruz. Olguları keşfedip, onlar üzerinden bir düzeltmeye gidebilirsek, kısa vadede değilse bile sonunda doğrulara ulaşacağız diye düşünüyorum.
Bilmiyorum bir katkım oldu mu… Olduysa ne güzel. Olmadıysa da tercih edip buraya kadar dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Tercihlerimiz bizi şekillendiren, yarına nasıl taşınacağımızı belirleyen şeyler öyle değil mi?
O halde haydi gelin bir sonraki yayında tercihler üzerinden konuşalım…
O zamana dek esen kalın.
-- Müzik --
Burak Bakış